Öğretmen bir babanın ve ev hanımı bir annenin evladıyım. Hasanoğlan Atatürk Öğretmen Lisesinde ve Selçuk Üniversitesi Eğitim Fakültesinde okudum. Okul bitince Mersin Çamlıyayla Sebil köyüne Türkçe öğretmeni olarak atandım.
Göreve başladığım gün Sebil İlköğretim Okulu müdürü İbrahim Beyin “Çok şükür! Çocuklara ilk defa Türkçe branş hocası verdiler.” dediğini hatırlıyorum. Doğa harikası Sebil’de ilk öğretmenlik günleri heyecanla geçti. Aynı zamanda lisansüstü eğitime devam ediyordum. Bu sebeple Konya’ya daha yakın olan Mut’a atanmak için talepte bulundum. Bir ay sonra güzel haber geldi ve Mut İmam Hatip Lisesine atandım.
Mut, Çamlıyayla’ya göre daha sakindi. Mutören mevkiinde bulunan okulun bir ana binası, bir pansiyonu bir de kulübe şeklinde çay ocağı vardı. Zeytin ağaçlarıyla çevrili taş çevre duvarı içinde nizami olmayan bir futbol sahası yer alıyordu. Çevrede az sayıda ev ile bir kaç Yörük çadırı mevcuttu. Mutören’in biraz ötesindeki zeytin ve kaysı bahçeleri arasından Göksu nehri görünüyordu. Pansiyonda kalan öğrencilerin çoğu Mut, Gülnar ve Silifke’nin köylerinden gelmişti.
Okulda belletmen öğretmen olarak çocukların sabah akşam mütalaalarını kontrol ediyor, yemek, temizlik ve uyku saatleriyle ilgileniyordum. Haftanın dört gününü yoğun olarak derslerle geçirip cuma ve cumartesi günleri Konya’da oluyordum. Mut’ta sıcakkanlı Akdeniz insanlarını tanıdım. Yörük hayatını incelemek için ara sıra köy gezileri yapıyor, Çınaraltı kahvelerinde halkla sohbet etme fırsatı buluyordum. Öğrencilerimin her birinin ilgi çekici hayat hikâyeleri vardı.
Bir salı akşamı mütalaadan çıkış zili çaldı. Çocuklar her zamanki gibi sınıflardan çıkıp pansiyona gitmeye başladılar. Benim o dakikalarda görevim öğrencilerin eksiksiz olarak pansiyona gitmelerini sağlamak ve yoklamalarını yapmaktı. Dış kapının sürgüsünü açıp bahçeye çıkınca eşeğiyle kapıya dayanmış yaşlı bir adamla karşılaştım. Çocukları rahatsız etmemek için içeri girmemiş, kapıda beklemişti. Öğrenciler sağından solundan geçip giderken dikkatle öğrenciler arasından birilerini seçmeye çalıştı. Tavrı oldukça ciddiydi. Yüzüne bir kaç kez baktığım halde gözlerini kaçırdı. O sırada olayın sonucunu merak eden çocuklar bahçede beklemeye başladılar.
Öğrencilerin okuldan çıkışı seyrekleşince yaşlı adam: “Ben İbrahim’in dedesiyim. Öğretmen sen misin?” diye sordu. Bu sözleri duyan meraklı çocuklar gidip İbrahim’i çağırdılar. Ortaokul birinci sınıf öğrencisi İbrahim ceketini düğmeleyerek geldi. Mahcup biçimde dedesinin elini öptü. Birbirlerine baktılar ama konuşmadılar. Dedesi soru sorsa İbrahim cevap verirdi fakat sormadı.
Kıravga’dan şafakta eşeğiyle yola çıkmış yatsı vakti okula ulaşmıştı. Heybesindeki defter, kalem ve silgiyi çıkarıp torununa uzattı. Saygıyla dedesinin elini bir kez daha öpen İbrahim çok mutlu oldu. Onunla birlikte arkadaşları da sevindiler. Gün boyu eşek üstünde yol alan yaşlı adam, insana sevgi ve okuma yazmaya hürmetin en güzel örneğini gösterip okulun kapısından çıktı. Geceyi Mutören’de geçirdikten sonra Kıravga’ya döndü. O gün İbrahim’e, bana ve etraftaki çocuklara okulda öğrenilmesi zor bir ders vermişti.
sizce bizde bir öğretmen olabilirmiyiz yada bize önerileriniz nedir?
Bilgilendirici bir metin olmuş öğretmenim.